1.GİRİŞ
Günümüzde tüm dünya, kendisini kasıp kavuran Covid-19 Corona Virüsü salgını ile mücadele etme gayretinde. Ortaya çıktığı Çin’in Wuhan kentinden kısa sürede ve kontrolsüz biçimde tüm dünyaya yayılan bu virüs, ciddi ve güçlü bir tehdit olarak kılıcını tüm insanlığın üzerine doğru sallamakta. Küresel her sorun gibi, bu salgının da sağlık boyutunun yanında bir de sosyal boyutu karşımıza çıkıyor; yani bu salgın ekonomiyi, eğitimi, uluslararası ilişkileri derinden sasıyor. İnsan sağlığını tehdit eden bu virüs, yalnızca vücut sağlığını değil, ruh sağlığını da hedef alıyor. Çünkü hastalığa yakalanan insanların korkusunun yanında, hastalığa yakalanmayan ancak yakalanma korkusuyla hayatını devam ettirmeye çalışan insanların ruhsal durumu da gün geçtikçe kötüye doğru gidiyor.
Tüm ülkeler, bünyelerindeki vatandaşlarının bu hastalıktan en az hasarla kurtulabilmesi, vaka sayısının en aza indirilmesi, mevcut vakaların iyileştirilmesinin sağlanması ve devletin sosyo-ekonomik durumunun da bu pandemiden en az hasarla çıkabilmesi için bazı tedbirlere başvurmaktadır. Bu çalışmamızda, devletlerin bu salgınla mücadele için aldığı tedbirleri ve bu tedbirlerin hukuka uygunluğunu irdelemeye çalışacağız.
2.DEVLETİN SAĞLIK ÖDEVİ
Günümüzde modern devlet; demokratik, sosyal hukuk devleti anlamına gelmektedir. Türkiye de, anayasamızın 2. Maddesinde belirtildiği üzere bu niteliklere sahip bir devlettir.[1] Anayasal terminolojide sosyal devlet, devletin sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesini gerekli ve meşru gören bir anlayış şeklinde tanımlanmıştır.[2] Bu tanımdan hareketle, sosyal devlet için birtakım yükümlülüklerden bahsetmek mümkündür. Bunların başında, ‘tüm yurttaşların insan onuruna yaraşır bir hayat sürmesini temin’ ödevi gelmektedir.
Bir insanın, insan onuruna yaraşır bir hayat sürebilmesinin en temel şartı tartışmasız sağlıklı olmaktır. Nitekim Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde dahi en temel skala, sağlıktır. Bu nedenle, devletin, vatandaşlarına sağlık hizmeti sunma ödevi vardır. Anayasamız, sağlık hakkını 56. Maddede düzenlemiştir. Maddeye göre, herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, madde metninde yalnızca kişilerin beden sağlığına değinilmemiş, aynı zamanda bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının da var olduğu hüküm altına alınmıştır. Buradan hareketle, devletin, kişilere sağlıklı bir çevre oluşturma ödevinin varlığından söz etmek mümkündür.
Salgın hastalıklar, bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşamalarını zorlaştıran, hatta neredeyse imkansızlaştıran felaketlerdir. Bu durumda devlet, ülkesi üzerinde hayatını devam ettiren kişilerin sağlıksız çevrelerden etkilenmemeleri için gerekli tedbirleri alabilecektir. Çünkü bu, anayasanın devlete yüklediği pozitif bir yükümlülüktür. Dolayısıyla, insanların bu salgın hastalıklardan en az şekilde etkilenmesi, can kaybının en aza indirilmesi için devletin temel hak ve özgürlüklere müdahalesi, hukuka aykırı olmaz.
İşte dünya devletleri de bu açıklamalara paralel olarak, salgın hastalığın yayılmaya başlamasından itibaren çeşitli tedbirler almışlardır. Mesela yurt dışına giriş çıkışların denetlenmesi ve kısıtlanması, aynı amaca yönelik olarak şehirlerarası ulaşımların kısıtlanması, hatta ve hatta hastalığın yayılımının çok ilerlediği ve ölüm sayılarının arttığı ülkelerde sokağa çıkma yasağının uygulanması ve olağanüstü hal ilan edilmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu sayılanların her biri, bireylerin temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayan hatta yerine göre ortadan kaldıran tedbirlerdir. Ancak adından da anlaşılacağı üzere, bu uygulamalar devletlerin kendi bünyelerinde yaşayan yurttaşlarının sağlığını korumak adına başvurdukları ‘tedbir’lerdir.
3.TÜRKİYE’deki TEDBİRLER
Devletin, umumi sağlığı koruma ödevine geride değinmiştik. Bu yükümlülük, anayasal bir yükümlülüktür. Devlet, ortaya çıkışı itibariyle her ne kadar bireylerin hak ve özgürlüklerini koruma görevini bünyesinde barındırsa da, yine o devlet kişilerin hak ve özgürlüklerini sınırlayan en birinci kişi veya kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sınırlamalar, hukuksuz dönemlerde keyfi olarak da yapılabileceği gibi, hukukun üstünlüğüne bağlı kalınan dönemlerde tedbiren ve hukuka uygun olarak da yapılabilir.
İşte ülkeler de, bu salgın hastalık ile mücadele için belli tedbirlere başvurmaktadırlar. Türkiye de, bu ülkeler arasındadır. Ülkemizde uygulanan tedbirlerden başlıcaları; 65 yaşın üzerindeki ve 20 yaşın alrındaki kişilerin sokağa çıkmasının yasaklanması, yurt dışına giriş çıkışların yasaklanması, yurt dışından ülkeye giriş yapanları izole edilmesi ve şehirlerarası ulaşımın kontrol altına alınmasıdır. Zaten tartışma konusu olan ve halk arasında infial yaratan tedbirler de bunlardır. Bu tedbirleri ve bunların hukuka uygunluğunu inceleyelim:
İlk olarak 65 yaş üzerindeki ve 20 yaşın altındaki kişilere uygulanan sokağa çıkma yasağına değinmek istiyoruz. Sokağa çıkma yasağı, aslında anayasal bir özgürlük olan seyahat hakkının bir uzantısıdır. Yani bu yasak, kişilerin dilediği gibi, özgürce bir yerden başka bir yere hareket edebilmesini sınırlandıran bir düzenlemedir. Dolayısıyla burada bir temel hak ve özgürlük sınırlandırılması söz konusudur. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması, anayasamızın 13. Maddesindeki usullere tabidir. Maddeye göre ‘temel hak ve hürriyetler, özlerinde dokunulmaksızın, yalnızca anayasanın ilgili maddesinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.’ Bu unsurlara göre sokağa çıkma yasağını değerlendirmek gerekirse:
1- Hakkın özü kavramı, anayasal doktrinde ‘onun vazgeçilmez unsuru, dokunulduğu takdirde söz konusu hürriyeti anlamsız kılacak asli çekirdeği’ olarak tanımlanmıştır.[3] Buradaki sınırlama, salgın hastalığın yol açtığı veya açacağı mevcut veya müstakbel tehlikelerin önüne geçebilmek için kendisine başvurulduğu açıkça anlaşılan ve geçici bir sınırlamadır. Dolayısıyla hakkın özüne dokunulduğunu söylemek anlamsız olur.
2- Sokağa çıkma yasağının, seyahat ve yerleşme hürriyetinin bir uzantısı niteliğinde olduğuna geride değinmiştik. Yerleşme ve seyahat hürriyetini düzenleyen 23. Maddede, bu özgürlüğün ancak suç işlenmesi halinde ve suç işlenmesini önlemek amacıyla sınırlandırılabileceği düzenlenmiş olması, bu yasağın hukuka aykırı olduğu düşüncesine sevk etse de; anayasanın Temel Hak ve Hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması başlıklı 15. Maddesinde, bazı hallerde bu hakların kullanılmasının durdurulabileceği düzenlemesi mevcuttur.[4]
3- Temel hak ve hürriyetler ancak kanunla sınırlanabilir. Sokağa çıkma yasağı da, 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na dayanılarak alınmış bir tedbirdir. Dolayısıyla bu bakımdan herhangi bir hukuka aykırılık söz konusu değildir. Hatta bu yasağa uymayanlara cezai işlem uygulanması bile hukuka aykırı değildir. Nitekim bu husus da, Kabahatler Kanunu ile hüküm altına alınmıştır.[5]
Bu sınırlamanın yalnız 65 yaş üzerindeki ve 20 yaşın altındaki kişiler için cari olması, eşitlik ilkesine aykırı olduğu yönünde tartışmaların fitilini ateşlemiştir. Kanun önünde eşitlik, anayasanın 10. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. İlgili maddeye göre herkes kanun önünde eşit olsa da, yaşlılar için alınabilecek tedbirler bu ilkeye aykırı olarak yorumlanamaz.[6] Bu ayrımcılık pozitif bir ayrımcılıktır, yani ayrımcılığa maruz kalan kesimin lehine olan bir ayrımcılıktır. Bunun sebebi de, yaşlıların bu virüse yakalandığı zaman hayati tehlikelerinin daha fazla olmasıdır. 20 yaşın altındaki kişilerin yani genç diye tabir edilen yurttaşlarımızın bu yasak kapsamına alınmasının mantığı ise, virüsün yayılmasının önüne geçilmesidir. Çünkü bu salgına karşı genç bünyeler her ne kadar daha dirençli olsa da, virüs taşıyıcısı olarak başka kişilerin de hastalığa yakalanmasına sebep olabileceklerdir.
Uzmanlara göre, bu virüs herkese yayılabilir, her yerde olabilir ve başka başka yollardan bulaşabilir. Ancak bağışıklık sistemi güçlü olanlar -çoğunlukla gençler- bu virüsü zorlanmadan atlatabilir, tedavi sürecini sancısız geçirebilir ve hayatına devam edebilir.[7]
Yurtdışı giriş-çıkışlarının durdurulması ve şehirlerarası seyahatlerin kısıtlanması, izne tabi tutulması tedbiri de yine gerideki açıklamalara mukabil olarak alınan tedbirlerdir. Bu hastalığın tedavi edilmesi kadar, yayılmasının önüne geçilmesi, mümkün olduğunca az kişinin bu virüsle mücadelesi de hayati derecede önem taşımaktadır.
Her ne kadar tüm insanlık için yorucu, yıpratıcı ve can sıkıcı bir süreç olsa da, alınan bu tedbirlere riayet etmek çok önemlidir. Alınan tedbirlere riayet etmemenin sağlık bakımından sonuçlarının yanında, cezai sonuçları da bulunmaktadır. İlgili makamların ihtarlarına uymayanlara Kabahatler Kanunu kapsamında idari para cezası işlemi uygulanabileceğine geride değinmiştik. Ancak yaptırımlar bununla sınırlı değil, tedbirlere riayet etmemenin bir de ceza hukuku boyutu vardır.
Türk Ceza Kanunu’nun, Kamu Sağlığına İlişkin Suçlar bölümünde düzenlenen 195. Maddesi şu şekildedir:
‘Bulaşıcı hastalıklardan birine yakalanmış veya bu hastalıklardan ölmüş kimselerin bulunduğu yerin karantinaya alınmasına dair yetkili makamlarca alınan tedbirlere uymayan kişi, iki aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.’
Madde gerekçesinde, kamusal sağlığın korunması amacıyla bu maddenin hüküm altına alındığı belirtilmiştir.[8] Buradan hareketle, her tedbirin, her yaptırımın kamusal sağlığı korumak için, yani bizim için, bizim lehimize olarak alındığını söylemek mümkündür.
4-SONUÇ:
Tüm dünyayı etkisi altına alan salgın hastalıkların, birçok küresel etkisi ve sonucu vardır. Hatta bu sağınların sağlığa ilişkin etkileri; ekonomik ve sosyal etkilerinin yanında devede kulak kalır demek yanlış olmaz. Çünkü bu süreçler öyle sancılı ve zor süreçlerdir ki, insanlar için ölüm sayıları, çekilen acılar ve benzeri etkiler, her gün takip ettikleri altın fiyatları ve dolar kuru gibi basit birer istatistikten ibaret hale gelmiştir.
İnsan kelimesi, etimolojik olarak incelendiğinde Arapça dilindeki ‘ünsiyet kurmak’ kökünden türediği görülmüştür. Ünsiyet kurmak ise, sosyalleşmek, tanışık olmak, alışık olmak anlamlarına gelmektedir. Tarihin başlangıcından itibaren yalnız başına hayatını devam ettirmesi düşünülemeyen, her daim başka bireylerle etkileşim içinde bulunan ve kelime anlamı bile ünsiyet kurmak olan insanın, sosyal hayattan uzak, izole bir şekilde hayatına devam etmesi elbette kolay değildir.
Bu salgın hastalık sürecinde de, hem kendi sağlığımızı hem çevremizdeki bireylerin ve sevdiklerimizin sağlığını korumak adına gerek alınan tedbirler neticesinde gerek kendi irademizle bilinçli olarak izole bir hayat yaşıyoruz, evlerimizde kalıyoruz. Bu durumun ekonomik ve sosyal yaşama etkisi kadar, elbette insan psikolojisine de etkisi tartışılmaz derecede fazladır.
Burada bize düşen, her ne kadar zorlu bir süreç olsa bu süreçlerin geçici olduğunu kabullenerek mevcut salgını en az kayıpla ve en az şekilde etkilenerek atlatmak adına, alınan tedbirlere riayet etmek ve sabırlı olmaktır. Her ne kadar alınan tedbirler özgürlükleri kısıtlayıcı olsa da, hukuka aykırı olmadığını geride açıkladık.
Tedbirlere riayet etmemenin vicdani ve ahlaki sorumluluğunun yanında, hukuki ve cezai sorumluluğunun da bulunduğuna da geride değinmiştik. Bu sebeple; sabırlı olmalı, önümüze bakmalı, ve umudumuzu kaybetmemeliyiz. Her zaman denildiği gibi, #EvdeKalTürkiye!
Av. Rıdvan Can ERDEM